Ayasofya ve Bediüzzaman’ın tespitleri

Bediüzzaman’ın 1922’de geldiği Ankara’da Mustafa Kemal ile olan müzakeresinde Ayasofya meselesinin de gündeme geldiğini ve Mustafa Kemal’in Ayasofya ile alakalı planlarını hissettiği için ona şiddetle karşı çıktığını görüyoruz.

“Hem Ankara’da divan-ı riyasetinde pek çok meb’uslar varken Mustafa Kemal şiddetli bir hiddet ile divan-ı riyasetine girip, bana karşı bağırarak: “Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazıp içimize ihtilaf verdin.” Ben de onun hiddetine karşı dedim: “Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur.” Dehşetli bir pot kırdım. Hazır meb’us dostlarım telaş ettikleri ve herhalde beni ezeceklerini tahmin ettikleri sırada, bana karşı bir nevi tarziye verip o mecliste hiddetini geri alması, adeta dehşetli bir kuvveti ve hakikatı hissedip geri çekilmesi, ikinci gün hususi riyaset odasında: “Hücumat-ı Sitte”nin “Birinci Desise” içinde bulunan “Mesela: Ayasofya Camii ehl-i fazl u kemalden ila ahir…” cümlesinden başlayan, ta “İkinci Desise”ye kadar, bir saat tamamen ona söy-ledim. Bütün hissiyatını ve prensibini rencide ettiğim halde bana ilişmemesi, hatta taltifime çok çalışması, kat’iyyen bu üç cebbar fevkalade kumandanların bu üç acib haletleri, adeta Es-ki Said’den korkmaları, şübhesiz ki Risale-i Nur’un, ileride kahraman şakirdlerin şahs-ı ma-nevisinin harika bir kuvveti ve Risale-i Nur’un parlak bir kerametidir.”

Bediüzzaman’ın bahsettiği mesele aynen şöyledir:

“Hubb-u cah hissi eğer susturulmazsa ve izale edilmezse, yüzünü başka cihete çevirmek lazımdır. Şöyle ki:

Sevab-ı uhrevi için, dualarını kazanmak niyetiyle ve hizmetin hüsn-ü tesiri noktasında gelecek temsildeki sırra binaen, belki o hissin meşru bir ciheti bulunur. Mesela: Ayasofya Camii, ehl-i fazl u kemalden mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zamanda, tek-tük, sofada ve kapıda haylaz çocuklar ve serseri ahlaksızlar bulunup camiin pencerelerinin üstünde ve yakınında ecnebilerin eğlenceperest seyircileri bulunsa, bir adam o cami içine gi-rip ve o cemaat içine dahil olsa; eğer güzel bir sada ile şirin bir tarzda Kur’andan bir aşır okusa, o vakit binler ehl-i hakikatın nazarları ona döner, hüsn-ü teveccühle, manevi bir dua ile, o adama bir sevab kazandırırlar. Yalnız, haylaz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek-tük ecnebilerin hoşuna gitmeyecek. Eğer o mübarek camiye ve o muazzam cemaat içine o adam girdiği vakit, süfli ve edebsizce fuhşa ait şarkıları bağırıp çağırsa, raksedip zıplasa; o vakit o haylaz çocukları güldürecek, o serseri ahlaksızları fuhşiyata teşvik ettiği için hoşlarına gidecek ve İslamiyetin kusurunu görmekle mütelezziz olan ecnebilerin istihzakarane tebes-sümlerini celbedecek. Fakat umum o muazzam ve mübarek cemaatın bütün efradından, bir nazar-ı nefret ve tahkir celbedecektir. Esfel-i safiline sukut derecesinde nazarlarında alçak görünecektir.

İşte aynen bu misal gibi; alem-i İslam ve Asya, muazzam bir camidir. Ve içinde ehl-i iman ve ehl-i hakikat, o camideki muhterem cemaattir. O haylaz çocuklar ise, çocuk akıllı dalkavuk-lardır. O serseri ahlaksızlar; firenkmeşreb, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebi seyircileri ise, ecnebilerin naşir-i efkarı olan gazetecilerdir. Herbir müslüman, hususan ehl-i fazl u kemal ise; bu camide derecesine göre bir mevkii olur, görünür, nazar-ı dikkat ona çevrilir. Eğer İslami-yetin bir sırr-ı esası olan ihlas ve rıza-yı İlahi cihetinde, Kur’an-ı Hakim’in ders verdiği ahkam ve hakaik-i kudsiyeye dair harekat ve a’mal ondan sudur etse, lisan-ı hali manen ayat-ı Kur’aniyeyi okusa; o vakit manen alem-i İslamın herbir ferdinin vird-i zebanı olan اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤْمِنِينَ وَ الْمُؤْمِنَاتِ duasında dahil olup hissedar olur ve umumu ile uhuvvetkarane alakadar olur. Yalnız hayvanat-ı muzırra nev’inden bazı ehl-i dalaletin ve sakallı çocuklar hükmündeki bazı ahmakların nazarlarında kıymeti görünmez. Eğer o adam, medar-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad telakki ettiği se-lef-i salihinin cadde-i nuranilerini terkedip heveskarane, hevaperestane, riyakarane, şöhret-perverane, bid’akarane işlerde ve harekatta bulunsa; manen bütün ehl-i hakikat ve ehl-i ima-nın nazarında en alçak mevkie düşer. اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ فَاِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللّٰهِ sırrına göre; ehl-i iman ne kadar ami ve cahil de olsa, aklı derketmediği halde, kalbi öyle hodfüruş adamları görse; so-ğuk görür, manen nefret eder.

İşte hubb-u caha meftun ve şöhretperestliğe mübtela adam -ikinci adam-, hadsiz bir ce-maatin nazarında esfel-i safiline düşer. Ehemmiyetsiz ve müstehzi ve hezeyancı bazı serseri-lerin nazarında, muvakkat ve menhus bir mevki kazanır. َاْلاَخِلاَّءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ اِلاَّ الْمُتَّقِينَ sırrına göre; dünyada zarar, berzahta azab, ahirette düşman bazı yalancı dostları bulur.

Birinci suretteki adam, faraza hubb-u cahı kalbinden çıkarmazsa, fakat ihlası ve rıza-yı İlahiyi esas tutmak ve hubb-u cahı hedef ittihaz etmemek şartıyla; bir nevi meşru makam-ı manevi, hem muhteşem bir makam kazanır ki, o hubb-u cah damarını kemaliyle tatmin eder. Bu adam az, hem pek az ve ehemmiyetsiz bir şey kaybeder; ona mukabil, çok hem pek çok kıymetdar, zararsız şeyleri bulur. Belki birkaç yılanı kendinden kaçırır; ona bedel, çok müba-rek mahlukları arkadaş bulur, onlarla ünsiyet eder. Veya ısırıcı yabani eşek arılarını kaçırıp, mübarek rahmet şerbetçileri olan arıları kendine celbeder. Onların ellerinden bal yer gibi, öyle dostlar bulur ki; daima dualarıyla ab-ı kevser gibi feyizler, alem-i İslamın etrafından onun ruhuna içirilir ve defter-i a’maline geçirilir.

Bir zaman, dünyanın bir büyük makamını işgal eden küçük bir insan, şöhretperestlik yo-lunda büyük bir kabahat işlemekle, alem-i İslamın nazarında maskara olduğu vakit, geçen temsilin mealini ona ders verdim; başına vurdum. İyi sarstı, fakat kendimi hubb-u cahtan kurtaramadığım için, o ikazım dahi onu uyandırmadı. (Burada kasdedilen şahıs Mustafa Kemal’dir ve Mecliste yaptığı münakaşdan bahsetmektedir.).”

Başka bir eserinde ise Ayasofya’nın Müze haline ve Meşihat’ın da Kız Mektebine çevril-mesini şiddetle tenkid eder:

“Hem o şahsı tenkid, o içinde bulunduğu ve kusurlara sebeb olduğu bir inkılabın hasenatı yalnız onun değil, belki ordunun ve hükumetindir. Onun da yalnız bir hissesi var. Onun ku-surları için onu tenkid etmek, elbette bir suç olmadığı gibi, inkılaba hücum ediyor denilemez. Hem bu kahraman milletin ebedi bir medar-ı şerefi ve Kur’an ve cihad hizmetinde dünyada pırlanta gibi pek büyük bir nişanı ve kılınçlarının pek büyük ve antika bir yadigarı olan Aya-sofya Camii’ni puthaneye ve Meşihat Dairesini kızların lisesine çeviren bir adamı sevmemek bir suç olması imkanı var mı? Ayasofya’yı puthane ve Meşihat’ı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfi, kanun na-mındaki emirlerine fikren ve ilmen taraftar değiliz ve şahsımız itibariyle amel etmiyoruz.”

Nitekim 1950’li yıllarda Başbakan Adnan Menderes’e yazdığı bir mektupta, Mustafa Kemal’in yaptığı bu tahribi tamir etmesini ısrarla tavsiye etmektedir:

“Nasıl Ezan-ı Muhammediye’nin (A.S.M.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de Ayasofya’yı da beşyüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve alem-i İslamda çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine alem-i İslamın hüsn-ü teveccü-hünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahke-me de beraetine karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilan etmelidirler. Ta, bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit alem-i İslamın teveccühünü ka-zandıkları gibi, başkalarının zalimane kabahatı da onlara yüklenmez fikrindeyim.”

Aysofya nasıl müzeye çevrildi? Buna neden gerek duyuldu?

Ayasofya’nın müzeye çevriliş nedenleri gülünç denecek kadar basittir. Raporlarda zikredilenler arasındaki iki gerekçeyi söylemek ve ona gülmek mümkündür:

1) Türk Hükümetinin maddi imkanlarının tamir ve bakıma müsait olmaması, eğer müzeye çevrilirse başta Bizans Enstitüsü olmak üzere batılı kuruluşların para tahsis edeceği iddiası.

2) 1930’lu yıllarındaki Hükümetlerin Yunanistana jest yapmak istemeleri ve Batılı devletlere kendi ifadeleriyle şirin gözükmeleri. Bunların gerçek sebepler olmadığını müzeye çevriliş hikayesi ile alakalı belge ve raporları okuyanlar adaha iyi anlayacaklardır.

Fatih’in bedduası:

“Bütün bu şerh ve ta’yin eylediğim şeyler, tesbit edilen şekilde ve vakfiyede yazılı haliyle vakıf olmuştur; şartları değiştirilemez; kanunları tağyir edilemez; asılları maksatları dışında bir başka hale çevrilemez; tesbit edilen kuralları ve kaideleri eksiltilemez; vakfa herhangi bir şekilde müdahale Allah’ın diğer haramları gibi haramdır; Levhi, Kalemi, Arşı, Kürsi’yi, gökleri ve yeri koruyan Allah’ın hıfzı ve inayetiyle mahfuzdur; üzerinden süre geçtikte bu vakfı tekid edecektir; zaman yenilendikçe vakfı daha da yerleştirecektir.

Allah’ın yarattıklarından Allah’a ve O’nun rü’yetine iman eden, Ahirete ve onun heybetine inanan hiçbir kimse için, sultan olsun melik olsun vezir olsun bey olsun, şevket ve kudret sahibi biri olsun hakim veya mütegallib (zalim ve diktatör) olsun, özellikle zalim ve diktatör idareciler tarafından tayin olunan, fasid bir tahakküm ve batıl bir nezaret ile vakıflara nazır ve mütevelli olanlar olsun ve kısaca insanlardan hiçbir kimse için, bu vakıfları eksiltmek, bozmak, değiştirmek, tağyir ve tebdil eylemek, vakfı ihmal edip kendi haline bırakmak ve fonksiyonlarını ortadan kaldırmak, asla helal değildir.

Kim ki, bozuk teviller, hurafe ve dedikodudan öteye geçmeyen batıl gerekçelerle, bu vakfın şartlarından birini değiştirirse veya kanun ve kurallarından birini tağyir ederse; vakfın tebdili ve iptali için gayret gösterirse; vakfın ortadan kalkmasına veya maksadından ve gayesinden başka bir gayeye çevrilmesine kast ederse, vakfın temel hayır müesseselerinden birinin yerine başka bir kurum ikame eylemek (temel müesseselerden birinden taviz vermek) ve vakfın bölümlerinden birine itiraz etmek dilerse veya bu manada yapılacak değişiklik veya itirazlara yardımcı olur yahut yol gösterirse; veya şer’-i şerife aykırı olarak vakıfda tasarruf etmeye azm eylerse, mesela şeri’ata ve vakfiyeye aykırı ferman, berat, tomar veya talik yazarsa veyahut tevliyet hakkı resmi yahut takrir hakkı resmi ve benzeri bir şey taleb ederse, kısaca batıl tasarruflardan birini işler yahut bu tür tasarrufları tamamen geçersiz olan yazılı kayıtlara ve defterlere kaydeder ve bu tür haksız işlemlerini yalanlar yumağı olan hesaplarına ilhak ederse, açıkça büyük bir haramı işlemiş olur, günahı gerektiren bir fiili irtikab eylemiş olur. Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların la’neti üzerlerine olsun. “Ebeddiyyen Cehennemde kalsınlar, onların azapları asla hafifletilmesin ve onlara ebeddiyyen merhamet olunmasın. Kim bunları duyup gördükten sonra değiştirirse vebali ve günahı bunu değiştirenlerin üzerine olsun. Hiç şüphe yok ki, Allah her şeyi işitir ve herşeyi bilir.”.

 

Bir Cevap Yazın

%d blogcu bunu beğendi: