Bediüzzaman Said Nursi’nin mecliste okunan beyannamesi

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’nin Büyük Millet Meclisi’nde milletvekillerine hitaben yazdığı ve Kazım Karabekir tarafından Genel Kurul’da okunan beyannamenin Latin hurufuyla yazılan metni :
İstanbul’daki bu çok ehemmiyetli ve muvaffakıyetli hizmetinden, Türk Milletine pek ziyade menfaatler husûle geldiğini müşahede eden Ankara hükûmeti, Bediüzzamanın kıymet ve ehemmiyetini takdir ederek, Ankara’ya davet ederler. M. Kemal Paşa, şifre ile davet etmiş ise de, cevaben, “Ben, tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade burayı daha tehlikeli görüyorum,” demiştir.
Üç defa şifre ile davet ediliyor. Eski Van Valisi, dostu mebus Tahsin Bey vasıtasıyla davet edildiği için, nihayet karar verir ve Ankara’ya gelir. Ankara’da alkışlarla karşılanır; fakat, ümit ettiği muhiti bulamaz. Kendisi, Hacı Bayram civarında ikamet eder. Meclis-i Mebusanda dîne karşı gördüğü lakaydlık ve Garblılaşmak bahanesi altında Türk milletinin kudsî mefahir-i tarihiyesi olan şeair-i İslamiyeden bir soğukluk gördüğü için, mebusların ibadete, bilhassa namaza müdavim olmalarının lüzûm ve ehemmiyetine dair bir beyanname neşreder ve mebuslara dağıtır; Kazım Karabekir Paşa da M. Kemal’e okur. O beyanname şudur:
Ey mücahidin-i İslam, ey ehl-i hal ve akd! Bu fakirin bir meselede on sözünü, birkaç nasihatini dinlemenizi rica ediyorum.
l. Şu muzafferiyetteki harikulade nîmeti İlahiye bir şükran ister ki, devam etsin, ziyade olsun. Yoksa, nimet böyle şükür görmezse, gider. Madem ki Kur’an’ı Allah’ın tevfikıyla düşmanın hücumundan kurtardınız; Kur’an’ın en sarih ve en kati emri olan salat gibi feraizi imtisal etmeniz lazımdır, ta onun feyzi, böyle harika suretinde üstünüzde tevali ve devam etsin.
2. Alem-i İslamı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız; lakin, o teveccüh ve muhabbetin idamesi, şeair-i İslamiyeyi iltizam ile olur: Zira, Müslümanlar İslamiyet hasebiyle sizi severler.
3. Bu alemde, evliyaullah hükmünde olan gazi ve şühedalara kumandanlık ettiniz; Kur’an’ın evamir-i katiyesine imtisal etmekle öteki alemde de o nurani güruha refik olmaya çalışmak, al-i himmetlilerin şe’nidiı: Yoksa, burada kumandan iken, orada bir neferden istimdad-ı nur etmeye muztar kalacaksınız. Bu dünya-i deniye, şan ve şerefiyle öyle bir meta değil ki, aklı başındaki insanları işba etsin, tatmin etsin ve maksud-u bizzat olsun.
4. Bu millet-i İslamın cemaatleri, her ne kadar bir cemaat namazsız kalsa, hatta fasık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hatta, umum Şarkta, umum memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: `Acaba namaz kılıyor lar mı?” derler. Namaz kılarsa, mutlak emniyet ederler, kılmazsa, ne kadar muktedir olsa, nazarlarında müttehemdir. Bir zaman, Beytüşşebap aşairinde isyan vardı. Ben gittim, sordum: “Sebep nedir?” Dediler ki: “Kaymakamımız namaz kılmıyordu; öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?” Halbuki, bu sözü söyleyenler de namazsız, hem de eşkıya idiler.
5. Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebi Garbda gelmesi Kader-i Ezelinin bir remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değildir. Madem Şarkı intibaha getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa, sa’yiniz ya hebaen mensura gider veya sathî kalır.
Ey mebuslar! Muhakkak siz büyük bir günde diriltileceksiniz.
6. Hasmınız ve İslamiyet düşmanı İngiliz, dindeki kayıtsızlığ’ınızdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar. Hatta diyebilirim ki, Yunan kadar İslama zarar veren, dinde ihmalinizden istifade eden insanlardır. Maslahat-ı İslamiye ve selameti millet namına, bu ihmali a’male tebdil etmeniz gerektir. Görülüyor ki, İttihatçıların o kadar azim sebatı ve fedakarlıklarıyla, hatta İslamın şu intibahına da sebep oldukları halde, bir kısmı dinde laubalilik tavrını gösterdikleri için, dahildeki milletten nefret ve tezyif gördüler. Hariçteki İslamlar, dindeki ihmallerini görmedikleri için, onlara takdir ve hürmet verdiler ve veriyorlar.
7. Alem-i küfür, bütün vesaitiyle ve medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, misyonerleriyle alem-i İslama hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettiği halde, alem-i İslama dinen galebe edemedi. Ve dahili bütün firak-ı dalle-i İslamiye de, birer kemmiye-i kalile-i muzırra suretinde mahkum kaldığı ve İslamiyet, metanetini ve salabetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda, laubaliyane Avrupa medeniyet-i habîsesinden süzülen bir cereyan-ı bid’akarane, sînesinde yer tutamaz. Demek, alem-i İslam içinde mühim ve inkılapvarî bir iş görmek, İslamiyetin desatirine inkıyad ile olabilir, başka olamaz, hem olmamış; olmuş ise, çabuk ölüp, sönmüş.
8. Zaafı dîne sebep olan Avrupa medeniyeti sefihanesi yırtılmaya yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyeti Kur’an’ın zaman-ı zuhuru geldiği bir anda, lakaydane ve ihmalkarane müsbet bir iş görülmez. Menfice, tahripkarane iş ise; bu kadar rahnelere maruz kalan İslam, zaten muhtaç değildir.
9. Sizin muzafferiyetinizi ve hizmetinizi takdir eden ve sizi seven, cumhur-u mü’minîndir ve bilhassa tabaka-i avamdır ki, sağlam Müslümanlardır; sizi ciddi sever ve tutar ve size minnettardır ve fedakarlığınızı takdir ederler. Ve intibaha gelmiş en cesim ve müthiş bir kuvveti size takdim ederler. Siz dahi, evamir-i Kur’aniyeyi imtisal ile onlara ittisal ve istinad etmeniz, maslahatı İslam namına zaruridir. Yoksa, İslamiyetten tecerrüd eden bedbaht, milliyetsiz, Avrupa meftunu frenk mukallitlerini avam-ı Müslimine tercih etmek maslahatı İslama münafı olduğundan, alem-i İslam nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdat edecektir.
10. Bir yolda dokuz ihtimal-i helaket, tek bir ihtimal-i necat varsa, hayatından vazgeçmiş mecnun bir cesur lazım ki; o yola sülük etsin. Şimdi, yirmi dört saatten bir saati işgal eden namaz gibi zaruriyatı diniyenin imtisalinde yüzde doksan dokuz ihtimal-i necat var; yalnız gaflet, tenbellik haysiyetiyle, bir ihtimal zararı dünyevî olabilir: Halbuki, feraizin terkinde, doksan dokuz ihtimal-i zarar var. Yalnız, gaflete, dalalete istinad eden tek bir ihtimal-i necat olabilir. Acaba dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve feraizin terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder? Bahusus, bu mücahidin kumandanlar ve büyük meclis taklit edilir. Kusurlarını millet ya taklit veya tenkit edecek ikisi de zarardır. Demek, onlarda hukùkullah, hukùk-u ibadı da tazammun ediyor. Sırr-ı tevatür ve icmaı tazammun eden ve hadsiz ihbaratı ve delaili dinlemeyen ve safsata-i nefıs ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul eden adamlarla hakıki ve ciddi iş görülmez. Şu inkılab-ı azimin temel taşları sağlam gerek. Şu meclisin şahsiyeti maneviyesi, sahip olduğu kuvvet cihetiyle, mana-i saltanatı deruhte etmiştir. Eğer, şeairi İslamiyeyi bizzat imtisal etmek ve ettirmekle mana-i hilafeti dahi vekaleten deruhte etmezse, hayat için dört şeye muhtaç, fakat an’ane-i müstemirre ile günde laakal beş defa dîne muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyatı medeniye ile ihtıyacat-ı rühiyesini unutmayan milletin hacat-ı dîniyesini meclis tatmin etmezse, bilmecburiye, mana-i hilafeti tamamen kabul ettiğiniz isme ve resme ve lafza verecek ve o manayı idame etmek için kuvveti dahi verecek. Halbuki, meclis elinde bulunmayan ve meclis tarikıyla olmayan böyle bir kuvvet, inşikak-ı asaya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı asa ise, -1- ayetine zıttır. Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevi daha metindir ve tenfìz-i ahkam-ı şer’iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsi, ancak ona istinad ile vezaifi deruhte edebilir. Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kamil olur. Eğer fena olsa, pekçok fena olur. Ferdin iyiliği de, fenalığı da mahduttur; cemaatin ise gayr-i mahduttur. Harice karşı kazandığınız iyiliği, dahildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki, ebedi düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız İslamın şeairini tahrip ediyorlar. Öyle ise, zaruri vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa, şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeairde tehavün, zaaf-ı milliyeti gösterir; zaaf ise, düşmanı tevkif etmez, teşcî eder.
1- Allah’ın dînine ve Kur’an’a hep birlikte sımsıkı sarılın. (Al-i İmran Suresi:103.)
2- Allah bize yeter O ne güzel vekildir. (Al-i İmran Sûresi:173.) · O ne güzel dost ve O ne güzel yardımcıdır. (Enfal Sûresi: 40.) Bu mebusana hitap, namaz kılanlara altmış mebus daha ilave eder. Namazgah olan küçücük odayı, büyük bir odaya tebdil ettirir. Bu parça, mebuslara ve umum kumandanlara ve ulemalara okutturulmakla, reisle şiddetli bir münakaşaya sebebiyet verir.
Birgün divan-ı riyasette, elli-altmış mebus içinde, karşılıklı fikir teatisinde, M. Kemal Paşa, “Sizin gibi kahraman bir hoca bize lazımdır. Sizi, yüksek fıkirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz” der. Bu söz üzerine, Bediüzzaman, birkaç makul cevabı verdikten sonra, şiddetle ve hiddetle iki parmağını ileri uzatarak, “Paşa, Paşa! İslamiyette, îmandan sonra en yüksek hakîkat namazdır. Namaz kılmayan haindir; hainin hükmü merduddur” der. Fakat Paşa tarziye verir, ilişemez. Bediüzzaman, Ankara’da bulunduğu müddetçe, en birinci maksadı olan, Şark darülfünûnunun tesisi için uğraşmaktan katiyen geri durmadı. Birgün mebuslar heyetine der: “Bütün hayatımda bu darülfünûnu takip ediyorum. Sultan Reşad ve İttihatçılar, yirmi bin altın lira verdiler. Siz de o kadar ilave ediniz.” O zaman, yüz elli bin banknot vermeye karar verdiler. Bunun üzerine, “Bunu mebuslar imza etmelidirler” der. Bazı mebuslar diyorlar ki: “Yalnız, sen medrese usûlüyle, sırf İslamiyet noktasında gidiyorsun. Halbuki, şimdi Garblılara benzemek lazım.” Bediüzzaman: “O vilayat-ı Şarkiye, alem-i İslamın bir nevî merkezi hükmündedir; fünûn-u cedîde yanında, ulûm-u dîniye de lazım ve elzemdir. Çünkü, ekser enbiyanın Şarkta, ekser hükemanın Garbda gelmesi gösteriyor ki, Şarkın terakkiyatı dinle kaimdir. Başka vilayetlerde sırf fünûn-u cedîde okuttursanız da, Şarkta her halde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u dîniye esas olmalıdır. Yoksa, Türk olmayan müslümanlar, Türke hakîki kardeşliğini hissedemeyecek. Şimdi, bu kadar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde muhtacız. Hatta bu hususta size bir hakîkatli misal vereyim: “Eskiden, Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde, hamiyetli ve gayet zekî o talebem, ulûm-u dîniyeden aldığı hamiyet dersi ile her vakit derdi: `Salih bir Türk, elbette fasık kardeşimden ve babamdan, bana daha ziyade kardeştir ve akrabadır.’ Sonra aynı talebe, talihsizliğinden, sırf maddî fünûn-u cedîde okumuş. Sonra, ben, dört sene sonra esaretten gelince onunla konuştum….
https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/tarihce-i-hayat/birinci-kisim-ilk-hayati/125